Pandemi ile birlikte toplumların ruh sağlığı artan bir düzlemde olumsuz etkilendi. Bireylerin iyilik hallerinde ciddi düşüşler yaşandı. Dünya Sağlık Örgütü’nün son bilgilendirmeleri de bunu doğrular nitelikte. DSÖ’ ne göre 2030 yılından itibaren başta depresyon olmak üzere ruhsal sağlık krizlerinin dünya çapında en büyük hastalık ve ölüm sebebi olacağı öngörülüyor.
İnsanın kendini keşfetmesi ilişkisel çevresi içinde gelişir. Bağlanma teorisi, günümüz psikoterapisini yönlendiren en önemli teorilerden biridir. John Bowlby, temel olarak bebeklik döneminde bakım veren ile kurulan etkileşimlerin kişinin gelişimi ve yaşam boyu kuracağı ilişkileri de şekillendirdiğini söylüyor.
Bir insanın çaresizliğinde kendi çaresizliğimizi gördüğümüzde o insandan içten içe nefret etmeye başlarız. Nefret ettiğimiz yanımızı, bir başkasının çaresizliğinde görmek bizi saldırganlaştırır. Çaresizliğimizden doğan korku ise insanları sürekli bir kahraman arayışına iter diye düşünüyorum. Bu da elbette “sorumluluk” almama, bir karşı duruş sergilememe ile ilişkili. Bebekliğimizde ebeveyn figürlerimiz; yetişkinliğimizde idealize ettiğimiz için etrafımızda “kurtarıcılar” arıyoruz.
Bu durum çoğunlukla “kutsal aile” içinde çocuklukta başlayan “itaat et”, “büyüğüne karşı çıkma”, “sus, sen çocuksun” gibi söylemler ve tabii ki dini referanslar yoluyla olabiliyor. Her şeyi bilen, gören ve duyan yüce tanrıya, o verilen sınırsız güce boyun eğ. Bu durum insanların kendilerini gerçekleştirme fırsatlarını dahi ellerinden alabiliyor. Çünkü “kendilik” bazen en büyük çaresizliği, ruhsal krizi olabiliyor ve elbette bunun acısını kendi olabilenlerden çıkarmak istiyor kişi. Yaşadığı bunalımı saldırganlığıyla ya da kendi intiharıyla dışa vuruyor. Dolayısıyla herkes bir zamanlar bebekti, çocuktu. Bir bebekten bir katilin inşası aslında böyle bir ilişkisel çevre içinde gelişiyor.
Genel şiddetin ve saldırganlığın körüklenmesinde birçok faktör var elbette. Fakat birinin de bu olduğunu düşünüyorum. Sistem ve toplum, bireylerinin rol ve davranışları konusunda oldukça talepkar bir yapıya sahip. Dolayısıyla bireylerin de bu talepleri karşılaması bekleniyor. Aksi takdirde dışlanma ve damgalamalarla tehdit ediliyor. Bireylerin, bu beklentileri başarıya dönüşmeyince depresyon baş gösterebiliyor. Ataerkil bir düzende “erkeklik” varoluşuna dair örnekler üzerinden de bu konuyu tartışabiliriz. Aklımda kalan bir repliği paylaşmak isterim: ” erkeklerin bir ilişkide kalmaya devam etmeleri için kendilerini önemli hissetmeleri gerekir.” diyordu. Haksız sayılmaz. Büyüdüğü toplum yapısı erkeklere hep bunu öğretti. Duvara toslamaları ve aşık oldukları o “gücü” tekrar elde edebilmek için şiddete başvurmaları da bu sebeple. Yaratılan erkeklik algısı ve beraberinde getirdiği sorumluluk, varoluşsal kendilik krizlerini de tetikliyor.
Peki onlar bu “gücü” elde etmek için başvurdukları yöntemin sorumluluğunu nasıl alıyorlar? Buna kim ve nasıl bir zemin oluşturuyor? Elbette “kurtarıcı”larından duydukları söylemlere güveniyorlar. Harekete geçirici dayanakları oluyor bu söylemler. Bu kimi zaman “sopayı sırtından eksik etme” kimi zaman “giderlerse gitsinler” olabiliyor. Sansür yasası, baskılar, kısıtlamalar, hedef alan açıklamalar bu saldırıları bizzat tetiklemekte ve şiddet uygulayan için meşru bir zemin hazırlamakta olduğunu unutmamalıyız.
Sonuç olarak bir karşı duruş göstermek ve sessiz kalmamak gerekiyor. Doktora şiddetin de elbette politik olduğunu söylemek gerekiyor. Yaşanan cinayetlerin yaratılan düşmanlık politikalarının sonucu olduğunun altını çizmek gerekiyor. Doktor Ekrem Karakaya’nın acısı daha dinmemişken Sakarya’da bir şahsın 184’ü arayıp bir doktoru öldürmekle tehdit ettiğine dair iddiaların olması sizce de söylediklerimi doğrular nitelikte değil mi?
Peki o halde bu cinayetin sorumlusu kim?